26 Mart 2009 Perşembe

Durumlar

İlk durum

yok oldum birden. hiç vaktimi almadı ama o kadar da umudumu götürdü. kalsaydım farklı ne olurdu. Bunu da düşünmek istiyorum bazen ama kafamın içindeki cüceler buna müsaade etmiyor. istediklerim elimde olanlardan fazla değil. yinede sadece cüceler var. mavi ve tembel cüceler. şirinler değil. cüceler. Hiç de şirin değiller zaten sadece küçükler.

Diğer durum

burada nadiren de olsa günler huzurlu geçebilirdi. tek yapmamız gereken gözlerimizi kapayıp başka bir yerde olduğumuzu hayal etmekti. tavşan dede bize şeker getirirdi bazen. yüzlercesi bile dişlerimizi çürütemezdi. büyülü şekerlerdi bunlar. şimdi büyüyünce tadı aynı gelmiyor. biraz daha ekşi biraz daha acı. ama hala dişlerimiz çürümüyor. büyülü bu şekerler. tavşan dedede hala ölmedi onunda büyülü olması muhtemel. hala çok yaşlı ama 30 yıl öncede çok yaşlıydı. birde mavi karganın söylediği şarkılar var. geceleri karanlıktan korkan çocukları avuturdu mavi karga. sesi çok güzeldi. sarı göldeki perinin sesini bilir misiniz?ondan bile daha güzel.

Son durum

Bugün yaşanmaması gereken şeyler yaşadım. Ölüm kadar acı aslında ama insanın boğazında düğümlenmiyor. Hani cücelerim vardı ya, işte onlar mavi kargayı avlamaya çalıştılar bugün. Onlar oklarını fırlattıkça mavi karga oradan oraya uçup durdu. Sonra çok yoruldu mavi karga. Cücelerinse daha yüzlerce oku vardı. Daha fazla kaçamayacağını anladı. Bir dala kondu sonra. Oklar o kadar yakınından geçiyordu ki mavi karganın… Yinede hiç kımıldamıyordu.
Sonra birden şarkı söylemeye başladı. Tıpkı geceleyin çocuklara söylediği ninniler gibi. Ama bu sefer çok daha dokunaklıydı söylediği. Son bir ölüm ninnisiydi belki onun için. Sonra ne olduysa birden cücelerin okları kesildi. Hepsi ağlamaya başladı karganın söylediği şarkıya. Aralarında üç yüz yıldır ağlamayanlar vardı belki de. Şimdiyse hepsi birden ağlıyordu. O kadar çok ki hem de… Gözyaşlarından bir göl oluştu orda. Sonraki olaylar ise garip. Belki ben öyle istediğim için öyle görmüş olabilirim. Cücelerin, etraflarında oluşan gölde eridiklerini gördüm. Hayır, boğulmuyorlardı, göl yükseldikçe onlarda suya karışıyorlardı. En sonunda tamamen yok oldular. Gölün içinde balıklar gördüklerini söyleyenler oldu. Cücelerin balığa dönüştüklerine inanıyorlardı. Bazılarıysa onların sadece boğulduklarını, suyun onları yuttuğunu düşünüyordu. Gerçeği sanırım hiç kimse bilemeyecek. Gerçek kimilerine göre “Cüce Göl” kimilerine göre ise “Gözyaşı Gölü”nün sularında. İşte cücelerimi böyle yitirdim bugün. Üzülmüyorum. Aklımı sürekli karıştırıyorlardı. Ama yine de seviyordum onları. Her ne kadar şirin olmasalar da şirinler gibi maviydiler. Ve sadece benimdiler. Yokluklarında aklımı daha iyi kullanabilirim. Düşüncelerimi daha iyi yönlendirebilirim. Ama belki bir gün özlerim onları. Belki birgün…

Zekayi

Çok bahtsız bir çocuktu Zekai. Değişik bir özürlüydü. Balkondan tepe üstü düştüğünde beyni büyük hasar görmüştü. Sonucu kronik unutkanlık… Ama öyle bildiğiniz diğer unutkanlıklar gibi değil. Zekai duyu organlarını kullanmayı unutuyordu. Çok bahtsızdı Zekai, çok. Bir keresinde konuşmayı unuttu, babasının mahkemesinde yapacağı tanıklıkla onu kurtarabilecekken hiç bir şey söyleyemedi. İstiyordu o an konuşmayı, ama nasıl yapacağını bilemiyordu. Bir türlü hatırlayamıyordu. Babası suçsuz yere 2 yıl yattı. Okulun futbol takımında kaleciyken final maçında görmeyi unuttu bir keresin de. Son dakika golüyle maçı kaybettiler. Okulda herkes ona hain gözüyle bakıyordu. Kimseye derdini anlatamıyordu öte yandan. İnanmıyordu insanlar böyle bir hastalık olabileceğine. Hayatında ilk kez bir kızla yatağa girdiğinde dokunmayı unuttu. Dokunduğunda nasıl hissedeceğini unuttu. Kız o kadar çok güldü ki bir daha kimseyle yatmayacağına yemin etti Zekai. En sonunda nefes almayı unuttu. Öldü sonra haliyle. Ne annesi üzüldü ne babası. Seveni de pek yoktu hani. Kimse hatırlayamayacaktı Zekayi’yi. Onlar Zekayi’ye nasıl davranırsa davransın insanları severdi Zekayi. Kendisi ne kadar unutkan olursa olsun unutulmayı hak etmedi Zekayi. Unutulmasın istedim sadece.

3 Mart 2009 Salı

ağaç

Seni en baştan uyarmak isterim. Bu yazı sana hiçbir şey katmayacak. Seni güldürmeyecek, ağlatmayacak, heyecanlandırmayacak. Yarın uyandığında yeni bir insan olmayacaksın. Bu yazıyı okuyan üç beş kişiden biri olmak, senin için bir ayrıcalık da değil. Bu yazıda edebi hiç bir şey yok. Sanatla zaten işim olmaz. Bana kalkıp edebiyat zaten sanattır deme çok fena bozuşuruz. Eğer boşa harcamak istediğin üç dakikan varsa devam edebilirsin. Ama yazı bittiğinde bana hırsız muamelesi yapma lütfen.
Anlatmak istediğim olay sokağımda yaşamış bir ağaçla ilgili. Daha doğrusu sokağımdaki tek ağaçtı. Yaşadığım sokak çok çirkin bir sokaktır. Bildiğin diğer sokaklara benzemez. Böyle nasıl anlatsam sana, mecbur olmadıkça girmekten çekineceğin bir yer. Şu anda anlatmak çok zor geliyor. Yaşadığı sokağı anlatamayan yazar mı olur dersen, sana kendimi asla bir yazar olarak görmediğimi söylemeliyim. Ben bir şeyler yazarım aklıma estikçe. Bu yazıları okuyan çok fazla insan yoktur. Yazar dediğin insanları, kitleler takip eder. Bir sonraki yazısını merakla beklerler. Benimse böyle bir kitlem yok. Belki sen bu yazıyı okuyan tek insan olabilirsin. Yazar yazısını, yazmak için mi yazmalı yoksa toplum için mi yazmalı? Her neyse, konuma geri dönmek istiyorum. Bir daha konu dışına çıkarsam uyar beni lütfen. Zaten hiç heyecanlı olmayan bir şey anlatıyorum, seni böyle zırvalarla daha fazla sıkmak istemem. Yukarda anlattığım şeyleri tek bir cümlede özetliyim sana. Ben çok çirkin bir sokakta yaşıyorum ve bu sokakta yaşamış tek bir ağaç vardı. Çok büyük bir ağaçtı bu. Kocaman dalları vardı. Beş metre on metre dallar… Yaprakları görmeni isterdim. Benim bildiğim yapraklar yeşil olur. Bu ağacın yaprakları bazen pembeye çalar, bazen kızıl ya da kırmızı olurdu. İlkbaharın ortalarında mora döndüğünü söyleyebilirim. Kimileri bu görüntünün muhteşem olduğunu söylerler. Bense her zaman ürkütücü bulmuşumdur. Hiç bu ağaca bir hayvanın yaklaştığını görmedim ben. Ne kediler tırmanırdı dallarına, ne köpekler işerdi köklerine, nede kuşlar tünerdi tepesine. Hayvanlar bile itici bulurken, insanların bu ağaca olan bağlılıklarını anlamak bir hayli zor. Cinsini sorma lütfen. Ben bir ziraat mühendisi ya da biyolog değilim. Ağaç kültürüm çok zayıftır. Geçmiş zaman kullandığım için bu ağacın artık burada yaşamadığını sen de rahatça anlayabilirsin öyle değil mi? Olaylar şöyle gelişti. Bundan üç ya da dört ay önce belediyeden çalışanlar kaldırımları yenilemeye başladılar. Ağaçsa onlara bir hayli zorluk çıkartıyordu. Sonunda kesmeye karar verdiler. Sokak sakinleri de kendilerine eğlence arıyorlarmış. Hemen ayaklandılar. Bana sorsalar hiç umursamazdım. Bana ne ki? Bu ağacın benim hayatıma bir katkısı hiç olmamıştı. Aksine her gördüğümde beni ürpertiyordu. Kessinlerdi, iyi de olurdu. Bu olaya en çok ağacın altında ki Çınar altı kıraathanesini işleten Hakkı Abi sinirlendi. Çok alem adamdır. Ağaç kültürüm zayıftır demiştim ya… Bu çok doğru ama çınarın nasıl bir ağaç olduğunu çok iyi bilirim. Bunu herkes bilir. Ve o ağaç kesinlikle çınar değildi. Belediyede yüksek makamlarda tanıdıkları olduğunu söyleyip sokak sakinlerine, bu kesimi kesinlikle engelleyeceğini anlatıyordu. Engelleyemedi tabi. Zaten o kadar yüksek olsalar, günde en fazla on kişinin uğradığı bu sokak kıraathanesinde çalışmak yerine, çok daha iyi geliri olan bir memurlukta görevli olurdu Hakkı Abi. Hani ahkam kestiğime bakmayın, çok anlamam bu işlerden, komşuların söyledikleri şeyler bunlar. Her neyse. Sonuç olarak ağaç, bütün sakinlerin çabalarına rağmen kesildi, kaldırımlar bir güzel yenilendi, fenada olmadılar aslında. Sokakta ilk başta herkes bu olayı konuştu. Sonra sadece bazı zamanlar, konuşma aralarında geçer oldu. Şimdilerde ise ağaç unutuldu bile. İşte buydu anlatacağım şey. Ve sen hala bu yazıyı okuyorsun öylemi. Sen şimdi bu özveri için bir de teşekkür etmemi istersin benden. Aslına bakarsan umurumda bile değil. Çok beklersin daha. Yarın bu yazı hakkında en ufak bir şey hatırlamayacağına adım gibi eminim. Şimdi lütfen kapat bu sayfayı. Daha fazla anlatmak istemiyorum.

27 Şubat 2009 Cuma

Tuhaf Hikayeler: 2: Kareler

Daha beş yaşındayken de takıntılı bir çocuktum. Bunu herkes bilir. Karelerden nefret ederim. Çünkü kareler kusursuzdur. Bütün kenarlarının uzunlukları eşittir. Açılarının hepsi doksan derecedir. Bir köşesini çaprazında kalan diğer köşeyle birleştirdiğiniz zaman ortaya çok güzel bir ikiz kenar üçgen çıkar. İçine yada dışına mükemmel bir daire çizebilirsiniz. Herhangi bir geometrik şekil değildir kareler. Üçgen gibi bir şeyleri temsil etmezler. Yada dikdörtgen gibi sıradan değildir kare. Asildir. İşte bu yüzden kıskanırım sırf bu yüzden nefret ederim onlardan. Kendimi bildim bileli hayatımın hiçbir yerine sokmadım kareleri. Kareli gömleğim bile olmadı hiç. Bunun size ne kadar saçma geldiğinin farkındayım ama gerçekten psikolojik bir sorun bu benim için. Tedavi olmayı da denedim ama olmadı. Yine ne zaman bir kare görsem tüylerim diken diken oldu, içim dışıma çıktı resmen.

Öte yandan etrafımda ki insanlar da deli olduğumu düşünmeye başladı. Alay ettiler benimle sürekli. Hayatımın pek çok döneminde kareli şakalara maruz kaldım. Bu şakaların çok ileriye gidenleri de oldu. Hiçbir zaman karşılık vermedim. Hep içime attım olanları. Ta ki bu olaya kadar.

Kazandığım üniversite başka bir şehirdeydi. Ailemin maddi imkanları yeterli olmadığı için devlete ait bir yurtta kalmaktayım. Bir odada tam sekiz kişi kalıyorduk. Durumumu ilk fark ettiklerinde bunun basit bir şey olduğunu düşünüp çok üstüme gelmemişlerdi. Ama takıntımın ne kadar ciddi boyutta olduğunu gördüklerinde benimle uğraşmak onların en büyük eğlencesi olmuştu. Defterlerime, kitaplarıma, duvarlarıma, kareler çizdiler hep. Doğum günümde bir sürü kare hediye ettiler. Hiç birisine en ufak bir tepki vermedim. Fakat bu en son şakayla çok ileri gitmişlerdi. Duştan çıkıp üzerime giyebileceğim bir şeyler almak için dolabımı açtığımda, içinin tamamen kareli gömlek yada kareli pantolonlarla dolu olduğunu gördüm. İçerde bir de büyükçe çöp torbası vardı. İçindekilerin benim kıyafetlerimin kesilmiş parçaları olduğunu anladığımda kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda sonradan kalorifer dairesinin altındaki sığınak olduğunu anladığım karanlık bir odadaydım. Etrafta birkaç mum yanıyordu sadece. Elimde kanlı bir falçata vardı. İçimden dualar ediyordum kimseye zarar vermemişimdir inşallah diye. Biraz daha kendime gelip karanlığa gözlerim alıştığında, duvarlara büyük kareler çizilmiş olduğunu gördüm. Ama asıl korkutucu olan kareler değil karelerin ortalarında asılı olan adamlardı. Yedi büyük kare vardı. Altısının ortasında vücutları tamamen yaralarla kaplı çıplak insanlar asılıydı. Ve elimdekine bakılırsa bunların hepsini ben yapmıştım. Korkudan tir tir titriyordum. Cesetlerin yanlarına iyice yaklaştığımda bunların oda arkadaşlarım olduğunu gördüm. Vücutlarına irili ufaklı yüzlerce kare çizmiştim. Daha sonra duvardaki karelerin ortasına, büyük duvar çivileriyle asmıştım onları. Yedinci karenin içinin boş olması birini elimden kaçırdığım anlamına geliyordu. Hemen oradan uzaklaşmak için kapıya yönelmiştim ama polislerin benden çabuk davrandıklarını gördüm. İşte bildiğim her şey bu kadar. Ama her ne yaptıysam yemin ederim ki bilerek ve isteyerek yapmadım. Çok üzgünüm.

Veda

Hergün biraz daha ölür insan, yaşadığını düşünür. Bizler neyin ne olduğunu bilenleriz. Bizler trenin kalkış vaktini kendileri belirleyenleriz. Sizlerin sandığı gibi aptal değiliz biz. İntihar, ölmenin en aptalca yolu öyle mi? Mesela yanlışlıkla ölmek, bir kaza sonucu ölmek daha zekice yani. Ya da durup dururken olanı en zekicesi. Siz zanneder misiniz ki biz en dibe vurduğumuz ve çıkış yolu bulamadığımız zaman terkederiz bu dünyayı? Bizler battıkça batarız, her batışımız bir sonrakinin başlangıcıdır, bunu engelleyemeyiz. Ve biliriz ki battığımız yerin dibi yoktur. Bir süre sonra, bunu iyice algılayabildiğimiz zaman, kendimize ya da bu dünyaya karşı yapabileceğimiz bir şey kalmadığı zaman, ilk kez kurtuluşun tek yolu belirir beynimizde. İlk seferinde cesaret edemeyiz. Belki ikincisinde de belki üçüncüsünde de hatta belki üçyüzüncüsünde de… Ama üçyüzbir olduğu zaman artık çok daha rahatızdır. İyice ikna olmuşuzdur sizler için sadece yük olduğumuza. Sizi önemsediğimizden değil, kendi gururumuza yediremediğimizden. En sonunda da damaklarımızda bir yanık tadı… Sizler ordan çıkan dumanı göremezsiniz hiç. Bu insanın mahremiyetine girer. Göstermeyiz öyle. Köprülere çıkıp şov yapmayız biz. Yaptığımız şey başlı başına bir şovdur zaten biletleri satılmayan, seyircisi olmayan. Sonra siz ardımızdan cenaze namazı bile kılmazsınız. O aptal dersiniz, kendi kendini öldürdü. Hani siz çok zekisiniz ya. Ağlayan bile olmaz ardımızdan. Zaten bizim için ağlayacak kadar bizi seven birileri olsa yapmayız bu işi. Bu işinde bir raconu vardır. Birilerini ya da kendimizi cezalandırmak değildir ki amacımız. Diyorum ya, bizler neyin ne olduğunu çok iyi biliriz. Bizler trenin kalkış saatini kendileri belirleyenleriz.

Lütfen

Hayır dostlarım sakın intihar etmeyiniz. Bile bile kendinizi öldürmeyiniz. Ölmek güzel değildir. İnanın bana yerin üstü, altından çok daha çekicidir. Üstelik kendinizi öldürmediğiniz müddetçe, kendinizi öldürmek için pek çok yeni fırsat geçecektir elinize. Ama bir kere öldüğünüz zamn geri dönme şansınız olmayacaktır. Ve size pek çok fırsattan daha bahsedebilirim hayatta kaldığınızda elinize geçebilecek. Ama buna gerek yok çünkü birazcık düşünürseniz sizler kendileriniz de bulabilirsiniz. Hayır dostalrım sakın ola vücudunuzu vakti gelmeden kurtçuklara teslim etmeyiniz. Düşündüğünüz gibi değildir durumlar. O kadar da vahim olamaz zaten. Zaman veriniz kendinize ve sakın intihar etmeyiniz. Yalvarıyorum size kendinizi öldürmeyiniz. Bakınız ve görünüz. Görünüz ve düşününüz. Nefel alabilme ayrıcalığından yoksun kalmayınız. Nefes almazsanız çürürsünüz. Çürürseniz kokarsınız. Ve bu hiç hoşunuza gitmez. Bu koku ter kokusuna benzemez. Yıkansanızda geçmez. Kaldı ki öldükten sonra yıkanabileceğinizi de sanmıyorum şahsen. Bırakınız bu düşünceleri dostlarım ve yaşamaya devam ediniz. Lütfen.

Ps: İntihar Fikrine yapılan yorumlardan dolayı yazılmışltır.

tuhaf hikayeler :1-- Haz

Çok fazla olmadı. Üç gün öncesi pazartesiden bahsediyorum. Gördüğüm şeyler hayal gücümle yaratamayacağım kadar saçma, rüyalarımda göremeyeceğim kadar deliceydi. İnanmak istemedim bir an ama her şey o kadar canlı ve gerçekti ki inanmamak için aptal olmak gerekirdi. Yürüdüğüm yollardan hiç araba geçmediğini fark ettim önce. Zaten çok kimse araba kullanmaz bu şehirde. Belki de nüfusun onda birinde bile araba yoktur. Ama o gün saatlerce araba geçmedi o yoldan. Gördüğüm tek tük bitkilerden ve bir iki kuştan başka canlı da görmedim bir süre. Ama ilerledikçe çok kötü bir şeye yaklaştığımın farkındaydım. Bir müddet sonra ilerde bir topluluğun bir şeyler yaptığını fark ettim. Bir şeyler yaparak yavaşça ilerliyorlardı. Bir panik havası var sanki orada. Onlara yaklaşmak için biraz daha hızlandım. Ve yeterince yakınlarına geldiğimde hiçbirinin üzerinde kıyafet olmadığını gördüm. Ama asıl beni ürperten konu vücutlarında fark edilen, çok büyük olmayan yaralardı. Gruba iyice yaklaştığımda orada neler döndüğünü tam olarak kavrayabildim. Orada bulunan herkes birbirini yiyordu. Kimse kimseyi engellemiyor, sıradan bir homurtu dışında ses çıkarmıyorlardı. Birbirlerinin kollarını, bacaklarını, sırtlarını ısırarak ağızlarında ki parça bitene kadar yürümeye devam ediyorlar ve başkalarının da kendilerini gelip ısırmalarını bekliyorlardı. Grubun içinden bazılarının beni gördüğünü fark ettiğimde bunu yapmak istedim, ama beynim bir türlü ayaklarıma koş emrini vermiyordu. Beklide beni görenlerin bir tepki vermemesinin verdiği rahatlıkla geriden onları takip etmeye başladım. Nereye gittiklerini nerede duracaklarını bilemiyordum. Sadece anlamsız bir takip isteğiyle onların peşinden yürüyordum. Çok geçmeden içlerinden birinin yavaş yavaş dengesini yitirmeye başladığını gördüm. Sallandı sallandı ve yere düştü. Hala gruba eşlik etmeye çalışıyordu ama. Kimse onu kaldırmaya çalışmadı. Herhangi birinin o yere düşenin farkına vardığından bile emin değilim. Son bir güçle yanından geçmekte olan birinin bacağına sarıldı. Tuttuğu hiç oralı olmadı. Sanki bacağında birini taşımıyormuş gibiyi. Bacağındaki o yürüdükçe sürünüyordu ardı sıra. Yaptığı son şey tuttuğu bacaktan son bir ısırık almak oldu. Ağzına göre bir lokma koparmayı başarınca tuttuğu bacağı bıraktı en sonunda ve yerde öylece kaldı. Daha sonra hareket ettiğini görmedim. Grup oradan uzaklaşınca yerde yatanın yanına yaklaştım. Genç bir kızdı. Bembeyaz bir teni ve gerçek kızıl saçları vardı. Çok fazla ısırılmıştı. Taze vücudunda çok fazla yara izi vardı ve buna daha fazla dayanamayıp vazgeçmişti. Ölmüştü. Ama yüzünde şu anda size anlatmakta zorlanacağım garip bir mutluluk vardı. Yüzümü ani bir kıskançlık duygusu kapladı. Ben hayatımda hiç bu kadar mutlu olamamıştım. Bu kız nasıl bu kadar mutlu olabilirdi. Birden beynimin için bir uğultu yankılanmaya başladı ve gitgide yükselerek dayanılmaz bir hal aldı. Sebebini bilmiyordum. Gruba baktığımda bir hayli uzaklaşmış olduklarını gördüm. Ayağa kalkıp onları takip etmeye devam etmek istedim ama bacaklarımın son derece uyuşmuş olduklarını hissettim. Bacaklarımdan başlayan bu uyuşukluk bütün vücudumu sardı sonra. Beynimdeki uğultu ve bedenimdeki uyuşukluk o kadar çok acı veriyordu ki bana bunun yerine ölmeyi bile tercih edebilirdim. Daha sonra her nasıl olduysa ayağa kalkmıştım bir şekilde. Ama bu sefer bunu ben istememiştim. Beynim kendi kendine kararlar alıp vücudumu yönetmeye başlamıştı.daha sonra gruba doğru koşmaya başlamıştım. Bunun çok tehlikeli olduğunu biliyor ama engel olamıyordum kendime. Biraz ilerde başka bir kadının daha dayanamayıp öldüğünü gördüm. O da çok fazla yara almıştı. Koşarak geçtim yanından. Gruba iyice yaklaşmıştım. Birden durup soyunmaya başladım. Beynimin beni de o grubun içine sokmayı planladığını anladım. Yaptıklarıma hiçbir şekilde engel olamıyordum. Bu durumdan kurtulmamın hiçbir yolu yok gibi görünüyordu benim için. En sonunda bir şekilde o grubun içinde buldum kendimi. Hatta bir anda o kadar çok saldıran olmuştu ki, vücudumda onlarca yara açılmıştı bile. Her yerimden kanlar akıyordu ama vücudumun her yeri uyuşuk olduğu için hiç acı hissetmiyordum. Şimdiyse sıra bendeydi. Bu yapılan şey her ne amaçla yapılıyorsa şimdi benim yapmam gerekiyordu. Önümdeki kadının sırtına diktim gözlerimi. Zayıf sayılmazdı. Ama yinede çok alımlı bir kadındı. Bembeyaz teni kıpkırmızı yaralarla kaplıydı. Ve en sonunda yapabildim ısırdım onu. Büyükçe bir parça kopardım. Ve çiğnemeye başladım. O an yaşadığım hazzı anlatabilmem imkansız. Çok büyük bir mutluluk yaşıyordum. Öyle ki bir dahaki ısırık için sabırsızlanıyordum. Ve inanması güç ama her ısırıkta aynı şeyi yaşadım. Grup gittikçe azalıyordu. İlk başta sadece kadınlar düşüyordu ama yavaş yavaş erkekleri de kaybetmeye başlamıştık. Güneş yavaşça batmaya başladı daha sonra. Bu bütün grupta sebebini bilmediğim bi tedirginliğe sebep oldu. Ama bu çok rahat anlaşılıyordu. Kopardığımız parçaları daha hızlı çiğniyor ve çok geçmeden hemen yenisini alıyorduk. Güneşin kaybolmasına dakikalar kala grup durdu birden. Herkes olduğu yere çöktü sonra ve bende dahil olmak üzere hepimiz hüngür hüngür ağlamaya başladık.
Feryat figan ağıtlar yakılıyordu. Bir müddet sonra hava tamamen kararınca canımın yanmaya başladığını hissettim. O zaman anlamıştım güneşin batmasına neden bu kadar çok üzüldüğümüzü. Artık her şeyi hissedebiliyordum. Çok acı çekiyordum ve üşüyordum aynı zamanda. Yavaş yavaş hareketlerimi kontrol etmeye de başlamıştım. Kendime geliyordum artık. Sonra birden herkes ayağa kalkıp farklı yönlere koşuşturmaya başladı. Çok geçmeden hepsi gözden kayboldu. Çok şaşırmıştım. Sonra bende ayağa kalktım zorlanarak. Kıyafetlerimin olduğu yere kadar yürümeyi başardım. Ama ilginç bir şey vardı düşenlerin hiçbirine rastlamadım yolda. Üstüme birkaç bir şey giydikten sonra kendimi kaybetmişim. Uyandığımda hala güneş doğmamıştı. Garip bir huzur vardı içimde. Dikkatimi başka bir şey çekti. Kıyafetlerimin tamamı kanla kaplı olmasına rağmen vücudumdaki yaralardan eser yoktu.hepsi kapanmıştı. Yok olmuştular resmen.

Belki biraz zaman geçince olanları anlamaya gücüm yeter. Belki bir gün tekrar o grup beni içine çeker. Sizler de anlamakta güçlük çekebilirsiniz ama inanın bana o haz, o mutluluk çok farklıydı. İnsan tekrar yaşamak istiyor. Şu anda o gün orada ne yaşadığım hakkında en ufak bir fikrim yok. Belki bir daha ki sefere.