28 Mayıs 2008 Çarşamba

Son

10. gün
9: 30

Doktorların tedaviye cevap vermem için verdikleri bir haftayı dün geride bıraktım. Sonuç yok. Bu saatten sonra iyileşmem mümkün değilmiş. Formaliteye göre on gün daha beni bu makinelere bağlı tutmaları lazım. Sonra fişi çekecekler. Bir saat içindede kalbim duracak. Hastalık bir haftada hiç azalmadı. Artık her hücremi sardığını hissedebiliyorum. Ağrılarım arttı iyice. Narkozun dozunu iki katına çıkardılar. O bile işe yaramıyor. Ruh halimi sormayın zaten. Gelen giden eksik olmuyor. Beni gördükleri zaman ağlamaya başlıyorlar hep. Adet oldu. Annem, babam ve sevgilim içeri giremiyorlar bile. İstemiyorum da girmelerini. Odam yeterince kötümser zaten. Ben onların yanında ağlamıyorum hiç. Bazen kimse yokken odamda elimde olmadan süzülüyor gözyaşlarım. Daha eğlenceli bir ortama ve insanlara ihtiyacım var. Bir sigara yakacağım şimdi. Bana kimse bir şey demiyor. Ne doktorlar, ne babam… Normalde çok kızardı sigara içmeme. Keşke yine kızsa… Keşke yine kızabilse...


9. Gün
14: 25

Bugün doktorlara günlerimi dışarıda geçirmek istediğimi söyledim. Kabul etmediler, beni bu tuhaf görünümlü koca makineden ayıramayacaklarını söylediler. Haklılar tabi. Ben daha güneşi görmeden kalbim durur. Yatağımı pencereye yaklaştırdılar. Çok iyi oldu böyle. Artık dışarıyı seyredebiliyorum. Televizyondan sıkılmıştım. İzlemediğim film de kalmamıştı zaten.
Odamdan gördüğüm kadarıyla çok büyük bir bahçesi var hastanenin. Küçük bir koruyu andırıyor. Büyük çam ağaçları ve daha da büyük çınar ağaçları var. Ama ekim ayında olduğumuz için çınarların yaprakları dökülmüş. Çam ağaçlarıysa yemyeşiller hala. Rüzgârlarla eğilip bükülüyorlar ama hiç pes etmiyorlar. Dimdik ayaktalar. Birden aklıma bir soru takılıyor, acaba diyorum bir ağaç olsaydım hangisi olurdum?
Küçüklüğümde yaşadığımız yer ormana çok yakındı. Bütün oyunlarımızı ormanda oynardık. Çok severim ağaçları. Benim dediğim, sahiplendiğim bir ağacım bile vardı. Bazen olur ya çok sıkılırsınız, bütün insanlardan kaçmak istersiniz, işte ben öyle zamanlarda ağacıma koşardım. Ah nasıl da ihtiyacım var ona. İnsanlara anlatamıyorum ki derdimi. Herkesin gideceği yer aynıymış. Bana ne herkesten? 21 yaşındayım ve gün geçtikçe ölüyorum var mı açıklaması?
Bunu düşünmek istemiyorum ama her şey oraya varıyor bir şekilde. Dikkatimi başka bir şeye veremiyorum. Bazıları bana bunu kaderle açıklamaya çalışıyor. Bu kadar basit olduğunu mu düşünüyorlar? Kimse kusura bakmasın ama inançlarımı yitirmeye başladım. Ey yüce tanrım, eğer oralarda bir yerdeysen, kurtar beni. Lütfen.


8.gün
02: 45

Kimse yok etrafımda. Aklıma bir fikir geliyor. Diyorum bu kablolardan kurtulsam, bu makineden kurtulsam… Belki de yanılıyordur doktorlar, yanlış düşünüyorlardır. Bu alet olmadan da yaşayabilirim belki. Çok geçmeden ayaktayım. Ağrılarımda yok. Kendimi 15 yaşımdaymışım gibi sağlıklı ve güçlü hissediyorum. Koşarak çıkıyorum odamdan. “Anne” diyorum “baba” diyorum “bakın bana tıpkı eskisi gibi ayaktayım sapasağlam”. Kimsecikler yok ortada. Doktorlar ve hemşirelerde… Kimseyi bekleyemiyorum, o kadar mutluyum ki. Doğruca bahçeye yöneliyorum. Çok heyecanlıyım, sonunda ayağım toprağa değecek. Belki yağmur beni ıslatacak ve rüzgâr öyle esecek ki tir tir titreyeceğim. Ama olsun bunu bile özlemişim. Hastaneden çıkınca direk ağaçlığa doğru ilerliyorum. Sonbaharda, ilkbahar havası var. Hiç üşümüyorum. Çıplak ayaklarım bile rahatsız olmuyor. Ağaçlığın içinde bir ağaç takılıyor gözüme. Sanki çok tanıdık… Yaklaşıyorum. Aman tanrım, bu benim ağacım. Ama nasıl olur? Bu ağaç buraya nasıl gelmiş olabilir? Etrafıma şöyle bir bakıyorum hastanenin bahçesinde değilim artık. Küçükken yaşadığım yerin ormanındayım ve buda gerçekten benim ağacım. Sarılıyorum ona, kokluyorum, öpüyorum hatta. “Bak” diyorum “iyileştim artık”. Gülüyor bana “evet” diyor “sana söylediğim gibi”. “Nasıl?” diyorum “biz seninle yıllardır konuşmuyoruz ki.”
O sırada annemin hıçkırıklarıyla uyanıyorum. Uyandığımı fark edince toparlanıp dışarı çıkmaya çalışıyor. “Anne” diyorum “ne olur gitme.” Geri dönüyor yanıma yaklaşıyor. Artık hıçkırarak ağlamıyor. Zorla gülmeye çalışıyor ama olmuyor. Elimi tutuyor. Bu benim gülümsememe neden oluyor. Bu hastaneye yattığımdan beri hiç mutlu olmamıştım. Bu beni mutlu ediyor. Gülümsediğimi görünce annem yine kendini tutamıyor ve ağlayarak dışarı çıkıyor. Ben de ağlıyorum ardından. Gözyaşlarım yastığımı sırılsıklam ediyor. Umursamıyorum. Ağrılarım müsaade etse de uyusam. Rüyanın devamını görürüm belki.


7. Gün
12: 30

Hani derler ya hayat çok kısa, günler su gibi akıp gider diye… Ya benim gibi sayılı gününüz kalmışsa… Bunu tanımlamak için nasıl bir benzetme yapmalı? Eskiden bazı Türk filmleri vardı, doktorlar birine çok kısa zamanının kaldığını söyler, o biride geriye kalan ömrünü en güzel şekilde geçirmek için elinden geleni yapardı. Şu anda o kadar saçma geliyor ki… Dünyadaki en heyecanlı şeyi yapsam, her ne ise o, en ufak bir haz alır mıyım acaba? Hiç sanmıyorum. Eğer bu hastaneden çıkmam mümkün olsaydı son günlerimi kesinlikle sevdiğim insanlara ayırırdım. Belki gideceğim yerde onları özlemem mümkün değil ama onlar beni özlerlerdi, eminim buna.
Bugün hastaneye çok eski bir dostum geldi. Kendisiyle yıllardır görüşmüyorduk. Zamanında aramızdan su sızmazdı ama. Kardeşim bildiğim birisiydi. Birlikte büyümüştük. Sonra o başka bir ülkeye taşındı. İlk başta birkaç mektup, sonra ne bir ses ne bir seda… Nasıl olmuşsa duymuş hastalığımı ve… Ve son günlerimi yaşadığımı… Ah ne kadar mutlu olduğumu anlatamam sana. Moral verdi bana bu ziyaret. Hiç durmadan konuştuk, küçüklüğümüzden oyunlarımızdan, ilk aşklarımızdan… “Hatırlıyor musun?” dedi “daha okula bile gitmiyorduk da sen benim üzerime işemiştin. Annem sana nasıl da kızmıştı. Bir daha o çocukla oynamayacaksın diye azarlamıştı beni de.” Kahkahalarla gülüştük bu anıya. “Ama” dedim “sen de az değildin. Hep yalan yere şikâyet ederdin beni annene.” Gerçektende sürekli annesinden azar işitirdim. Hem de hep suçsuz yere… Ülkesine geri dönmüş artık burada yaşayacakmış bundan sonra. Bir kitap yazmaya başlamış içinde bir sürü hikâye olacakmış. “Keşke” dedi “getirseydim yazdığım hikâyelerimi, okurdum sana hem fikrini almış olurdum.” Dedim “küçüklüğünden beri hayal gücün kuvvetliydi zaten eminim çok güzel olmuştur hepsi.” Söz verdi bir dahaki ziyaretinde onları da getirecek.


6. Gün
14: 27

“Seni böyle görmek o kadar zor ki… Nasıl da bir anda hayatıma girip her şeyi değiştirdin ve şimdi aynı şekilde bütün hayatımı mahvediyorsun. Nasıl yaparsın bunu bana?” Bir süre hiçbir şey konuşmadan ağlamaya devam etti. O kadar çok ağlıyordu ki… Ben de ağlamak istiyordum, ona sıkı sıkı sarılıp, onun omuzlarında hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Ama biliyordum ki gözlerimi açar açmaz odayı terk edecekti. “Seni her zaman seveceğim hayatım, her zaman.”
Gerçekten söylendiği gibi bu dünya dışında başka bir dünya daha varsa, eminim ki bu onunla, hayatım boyunca en çok değer verdiğim varlıkla, son birlikteliğimiz olmayacaktı.



5. Gün
8: 30

Elbette kaç gün kaldığını hesap etmiyorum hiç. Ama sürekli içimden bir yerden birisi fark ettirmeden fısıldıyor kulağıma; sekiz gün kaldı, yedi gün kaldı, altı gün kaldı, beş gün kaldı… Dönüp kes sesini diye bağıramıyorum çünkü ne zaman baksam kaçıp saklanıyor bir yerlere. Küçükken hep beynimin içinde küçük bir ben olduğunu hayal ederdim. Böyle bazı makinelerin başına oturmuş, beni yöneten, bana benzeyen ama benden başka bir adam. Büyüyünce komik geliyor. Bana değil, bunu duyan insanlara… Söyleyemez olmuştum son zamanlarda. Ama artık rahatım. İstedikleri kadar deli desinler bana. İnsanlara zeki ya da akıllı görünme çabası yormuştu beni. Gönül rahatlığıyla anlatabiliyorum şuanda. Hatta ne düşünüyorum bazen biliyor musun? (Ah bu yazıya başladığımdan beri ilk defa sana hitap ettim sanırım. Daha önce yaptıysam bile fark etmemiştim. Birinin bu yazıyı okuyacağını bilmek mutlu hissettirdi kendimi. Birkaç gün sonra burada olmayacağım ama ardımda bıraktığım bir şey olacak. Böyle daha iyi hissediyorum.) Aslında, bazen ne düşündüğümü unuttum, hatırlarsam yazarım bir ara.



4. Gün
18: 30


Çok sıkıldım bugün. Ziyaretçilere girme yasağı koydum. Evet, bizzat ben koydum. Tüm hayatı boyunca yasağın her türlüsüne karşı olan ben… İyice çoğalmışlardı. Tanımadığım insanlar bile geliyordu beni ziyaret etmeye. Moral mi veriyorlar, moralimi mi alıyorlar belli değil. Sadece Bekir girebilir dedim hastabakıcıya. O bana hikâyeler getirecek çünkü. Çok severim hikâyeleri. Hastabakıcı deyince aklıma geldi. Bugün çok üzdüm kadını. Aslında ne sevimli bir kadın bir görseniz, hiç üzmek istemezdim. Ama dedim ya çok sıkkındım bugün. Getirdiği yemekleri beğenmedim diye oturup azarladım. Elmayı da kadıncağıza fırlattım. Ne günahı varsa… Bırakın karşılık vermeyi, sesini bile çıkarmadı. Bu hastanedeki herkes bana acıyor sanırım. Kötü bir durum benim için. Acınmayı kim ister ki.


3. Gün
00: 17


O ses… Sadece üç gün kaldı… Üç gün sonra bitiyor… Sadece üç gün… Uyuyamıyorum bir türlü. Damarlarımın genişlediğini hissediyorum artık. Nefes almakta zorlanıyorum. Bu oda bu kadar küçük değildi ilk geldiğimde. Neler oluyor? Başım ağrımaya başlıyor ama normal bir baş ağrısı değil. Birisi balyozla vuruyor sanki. Öyle bir bağırıyorum ki bütün hastane inliyor. Çığlıklarım koluma o sakinleştirici iğne, adı her neyse, yapılana kadar bitmiyor. Sonra gözlerim kapanmaya başlıyor. Rahatım. Unutuyorum düşündüğüm şeyleri. Sabaha çok var daha. Uyuyorum.


08: 14


Aslında bu yazının içine hiç itiraf sokmayı düşünmüyordum ama birde baktım ki kendiliğinden girmiş bile birkaç itiraf. Madem öyle bir itiraf daha eklensin yazdıklarıma. O kadar çok yalan söyledim ki hayatım boyunca. O kadar çok kırdım ki insanları. Her zaman yalnızdım. Çoğu zaman farkında olmadım. Ne zaman ki kendime kurduğum o sahte dünya bir anda başıma yıkıldı işte o zaman etrafı şöyle bir süzmeyi akıl edebildim. İnsanları kendime yaklaştırmak için oynadığım her oyun, daha çok uzaklaştırmış onları benden meğer. O kadar çok ağladım ki anlatamam sana. Her defa bir şeyleri düzeltmek için çaba sarf ettiğimde, birde baktım ki başladığım noktanın bile gerisine atmış beni o yalanlar. Ve işte sırf kendimi mutlu etmeye çalışırken neleri yitirdiğimi görememişim. Bunu neden anlatıyorum biliyor musun? Şu anda bana en yakın insan olduğun halde sana bile yalan söyledim çünkü. Ziyaretçilere girme yasağı koymuşum, bak sen. İyice çoğalmışlar demek, on kişi mi geliyor günde yoksa yirmi kişi mi? Vay be, meğer ben ne büyük adamışımda, bu kadar çok sevenim varmış da, gelen gidenim eksik olmuyormuş. Gerçek ne biliyor musun? Annem ve babam var bir tek başımdan ayrılmayan. Sevgilim odama girmeyeli kaç gün oldu. Başkada tek bir insan girmedi odamdan içeriye hastanede çalışanlar dışında. Bekir mi? Yok öyle bir adam. Bir ara güzel bir hikâye uydurur seni etkilerim diye düşündüm. Şimdiyse itiraf ediyorum bunları sana. Çünkü biliyorum ki sen diğerleri gibi yapmayacaksın. Beni yalnız başıma bırakmayacaksın. Ve neden bu kadar eminim biliyor musun? Çünkü sen de acıyorsun bana. Ve kim bilir. Belki de üzülüyorsundur benim için.




2. Gün
21: 00

Dün ve bugün bana yapılan sakinleştirici iğnelerin sayısı yok. Bugün sabahtan beri annem ve babamlayım. Onlarda sakinleştirici kullanıyorlar. Hiçbir şey düşünmedim bugün. O kadar güzel ki bir şey düşünmemek hatta düşünememek. Bir ara bir rüya gördüm ama. Küçüklüğümü izledim sanki bir sinema perdesinde akıyormuş gibi. Çok mutluydum. Gülüyordum. Babam ağaca kurduğu salıncakta sallıyordu beni. Annemse oturmuş bizi izliyordu. O da mutluydu ve babam da mutluydu. Onlarda gülüyorlardı.


Son
12: 00


Artık bitti. Ne anlatacak bir şey kaldı, ne kurulacak bir hayal. Görülecek rüyaları da tükettim artık. Odamda tanıdığım kimse yok. Doktor ve diğerleri de yabancı. İlk defa görüyorum onları. Son bir iğne yapıyorlar koluma. Ne gerek varsa? Artık telaşlanmıyorum nasıl olsa. Biraz bilincimi kaybeder gibi oluyorum. Anlamamaya başlıyorum içerde neler olduğunu. Her şey yavaş yavaş kararıyor. Görüntüler kayboluyor ama sesler duruyor hala. Onlarda boğuk boğuk geliyor kulağıma. “Kapatabilirsiniz” dendiğini anlıyorum anlamsızlaşan gürültülerin arasında. Sonra karanlık. Ama bir ışık da var en ucunda. Ben gitmiyorum o geliyor. Bir iğne ucu kadardı. Şimdiyse büyüyor hızla. Çok geçmeden her şey bembeyaz oluyor. Birden gözümü açabileceğim hissine kapılıyorum. Düşündüğüm gibide yapıyorum. Hala aynı hastane odasındayım. Herkes gitmiş. Üzerimde o çok alıştığım kablolar ve serumlar da yok. Sadece misafir koltuğunda oturan küçük bir kız çocuğu takılıyor gözüme daha önce hiç görmediğim. Uyandığımı görünce ayağa kalkıyor. Altı, yedi yaşlarında, uzun sarı saçları olan, çok sevimli bir kız çocuğu. Beyaz bir elbise ve kırmızı ayakkabılar giymiş. Başındaki tacı da kırmızı. Önce gülümsüyor ve yanıma yaklaşıyor. Küçük elleriyle elimi tutuyor. “Çok beklettin ama en sonunda uyanabildin” diyor, “hadi gidelim.”


27 Mayıs 2008 Salı

Melek

Bazen bir melek olurum hayalimde. Upuzun bembeyaz kanatlar çizerim kendime. Açtığımda beş metre olur boyu. Gecenin karanlığında şehri gezerim uçarak. Gündüz yapamam bunu, ya bir gören olur ya kanatlarım güneşe değer, yanar belki. Bazen yanına gelirim. Sen hiç bilmezsin orda olduğumu. Seni seyrederim öyle saatlerce. Elimi yüzüne uzatırım, dokunur gibi yaparım ama dokunmam. Uzaktan severim. Biraz incitmekten korkarım sadece. Ben bir meleğim ya güya, sen benden on kere daha meleksin. Öyle severim seni işte ama sen bunu da bilmezsin. Sayısız kere söylemişimdir aslında gözlerine bakarken. Ama sen duymamışsındır, görmemişsindir, anlamamışsındır. Bazen bir adam olur yanında. İki boynuz bir kuyruk çizerim ona. O sana dokunmaktan çekinmez. Öperken seni dudakları titremez. Bilirim, seni benden daha çok sevmez o. Kaçarım o zaman kanatlara kuvvet. Kaçarım en uzak, en yalnız yerlere. Öyle bir yer bulurum ki hayalimde, kimse bilmez orayı. Sadece sen varsındır, bir de ben. Öylece dalarım uykuya. Böyle avuturum kendimi işte ben.

Anneannemin Çilekli Turtaları

Küçükken anneannemin çilekli turtalarına doyamazdık. O kadar da lezzetli yapamazdı aslında. Şeker koymayı bile unuturdu bazen. Ama bizi herseferinde başka bir yere götürürdü. Her seferinde yeni bir heyecan... Bazen suları pembe akan şelaleden aşağı düşerdik . Bazen mavi bi tayın üzerinde bulurduk kendimizi. Rüzgar ılık ılık yalardı yüzlerimizi. Hepsi anneannemin turtaları sayesinde. Sonra birden farkettiki anneannem her seferinde kendinden bişeyler katıyordu turtaların içine. Biz her sefer çıktığımız yolculuktan döndüğümüzde, anneannemizi bir parça daha tükenmiş buluyorduk. Bir parça daha yaşlanmış, ölüme biraz daha yaklaşmış... Hiç birimiz bunun farkına vardığımızı belli etmedik ama. Hep bencilliğimiz yada çocukluğumuz... Ama vicdanı rahatlamıor insanın yinede. Hiç unutmayacağım, o yolculuk ve sonrasını. Sürekli beynimi yada belki varsa gönlümü rahatsız edip duruyor.
Turuncu bulutların üzerindeydik. Yumuşacık, mis kokulu... İnsanın vücudunu okşayan, son derece büyük bir haz veren... İlk kez salgılanan bazı hormonlar... İlk kez kızların farklı görünmesi... Evet hepsi ama hepsi bu son yolculukta oldu. O ana dek yapılanların en iyisiydi. Nereden bilebilirdik ki bu onun ölümüne yol açacak. Şimdi aramızda yok ve bunun sorumlusu benim sanırım. Belki birazda kuzenlerim ama suçu onlara atmak korkaklık olur. Sadece vicdanımı rahatlatmaya yönelik boş bir çaba olur belkide. Artık gerçeği hepimiz biliyoruz. Bu sadece bende kaldıkça kemiklerim daha hızlı eriyecekti. Paylaşmak istememin nedeni budur. Umarım anneannem beni affeder.